Hafızalardaki Kara Leke

                             
Türk basınında 1990’ların özellikle ilk yarısı, gazetelerin promosyon savaşlarıyla geçmiştir. Bilinçli okur potansiyelini yitiren ve kitle gazeteciliğine yönelen basın kuruluşlarının, çıkardıkları gazetelerin yanı sıra radyosu, televizyonu, internet sitesi ile ticari girişimleri olan ve holdingler bünyesinde yer alan şirketler haline dönüşmüşlerdir. Bu dönemde gazeteler, portföylerinde bulundurdukları (ki bu deyim dönemin moda olan söylemidir.) tüketici kitleyi çeşitli promosyonlarla elde tutma çabaları içine giren ticari kuruluşlar halini almış ve bu da, içerik bakımından belirgin bir yozlaşmanın ortaya çıkışına ve bilinçli okur kitlesinin basından uzaklaşmasına neden olmuştur. Sonra ise  tıraş bıçağı, diş macunu, masa örtüsü, balon, uçurtma, buzdolabı torbası, omo, halk ekmek, sabun, çöp torbası, margarin gibi hediyeleri okuyucularına iletmeye başladı gazeteler. Neydi bundan amaç? Gazetelerin satışını sağlamak, gazetenin tirajını yükseltmek. artık gazetelerin içerikleri ve haberlerinden çok, satış sırasında verdikleri hediyeler ön plana çıkmış okumayan ancak bakan bir izler kitlenin varlığı ise, verilen promosyonlara göre yüzer-gezer bir kitlenin oluşumuna neden olmuştu. Basında kendi sorunlarına yabancılaşmış, magazin içerikli haberleri gören halkın gazetelere olan talebi ise, yozlaşma ve magazinleşmeyle ters orantılı olarak giderek alt seviyelere düşmekteydi. Bu dönemde yozlaşma ve magazinleşme ne oranda arttıysa toplumun gazeteye olan ilgi ve eğilimi de o ölçüde azalmıştır. Basın amaç dışı kullanılmasıyla mecrasından sapmış işbaşındaki hükümetlerle ve kapital sahipleriyle yakın ilişkiler kurmak suretiyle de gerek bağımsızlığından gerekse itibarından önemli ölçüde kayba uğramıştır. Nitekim, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinden oluşan Akade medya grubunun 1995 yılının ilk aylarında yaptığı araştırmada çıkan sonuca göre, gazete okurlarının yüzde 86’sı basına güvenmemekte ve basını saygın bulmadığını belirtmiştir. Diğer yandan, geçmişin gazeteleri ve basın kuruluşları, özellikle bu yıllarda birer medya holdinge dönüşmüş ve artık arkasında televizyonu, radyosu, halkla ilişkiler şirketi ile internet kuruluşu olmayan gazeteler ticari açıdan piyasada itibar görmez hale gelmişlerdir. Önceleri okurun güvenine sahip olmayı kendine hedef edinen basın kuruluşları, artık ticari olarak kar marjının arttırılması ve daha çok tiraja ulaşmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında içerik önemli değildi, önemli olan okurun ya da daha doğru bir deyişle müşterinin malı alması ve tüketmesiydi. Bu durumda gazete çalışanlarının kalifiye elemanlardan oluşması da gerekmiyordu. Nasıl olsa içerik yerine promosyon faaliyeti satışın arttırılmasında en etkin rolü oynamaktaydı. Deneyimli gazeteci Hasan Pulur, bir makalesinde geçmişten günümüze Türk basınında görülen itibar kaybını şöyle aktarmaktadır: “Özellikle 1960 ile 1980 arasındaki Türk basını kesinlikle güvenilir bir basındı. O zamanlar köy kahvelerinde gazete yazıyorsa doğrudur diye konuşurlardı. Maalesef 80’den sonra ise ‘aldırma gazete yazıyor’ deyip geçiyorlar. Çünkü Türk basını makineye yaptığı yatırımı, insana yapmamıştır. Makineye yapılan yatırım kolay bir yatırım. Ama insana yatırım yapmak uzun vadeli bir iş.” Özellikle Türk medyasında, plazalara, teknolojiye ve makinelere yapılan yatırımların, yine aynı dönemde kaliteli gazeteci yetiştirilmesi amacına yönelik olarak gerçekleştirilmediği bunun da mesleki bir erozyona ve haber ile habercilik kalitesinin düşmesine neden olduğu açıkça görülmekte ve bilinmektedir. Diğer yandan böylesi bir yaklaşımında mesleğin saygınlığı ve güvenirliği açısından istenen bir olgu olmadığı da açıktır. “Gazeteciler arasında her eline kalem alan gazeteci sayılmaz.” ‘Şeklen gazeteci’ diye tanımlanabilecek bir gazeteci modelinin ön plana çıktığı bu dönemde basında yaşanılan ağır bunalım, ekonomik güçlükler, enflasyon, iletişim özgürlüğünü kısıtlayıcı yasa ve kararnamelerin varlığı ‘gazeteci kimdir’ sorusuna farklı boyutlarda yanıt aratmaya başladı. ‘Fotoğraf çeksin, bir de iyi-kötü not tutsun yeter’ anlayışıyla ‘gazeteci’ diye çalıştırılan bazı kişiler basına duyulan saygının, güvenin süreç içinde zedelenmesine yol açan nedenlerin başında geliyor.” Bu sonucun ortaya çıkmasında ucuz işçiliğin tercih edilmesi ve ucuz işçinin maliyetinin işverene ağır gelmemesi gibi nedenler önemli rol oynamaktadır. Ancak bu olay başka bir açıdan değerlendirildiğinde, çalışan gazetecinin kalifiye olmaması, kendi özlük hakları açısından fazla ısrarlı ve takipçi olmaması gibi bir olguyu da ortaya çıkarmaktadır. Basında görülen önemli değişikliklerden biri de artık gazetelerin birer aile işletmesi görünümünden çıkmış olduğu gerçeğidir. Bu gerçek bu yıllarda radyo ve televizyon yayıncılığında TRT tekelinin kırılmasından sonra daha da belirgin hale gelmiş eski dönemin gazeteleri medya holding durumuna gelmiştir. Türkiye’de, medya kuruluşlarının toplumsal sorumluluklarından uzaklaşarak kendi çıkarları ya da mensup oldukları güç odaklarının istekleri doğrultusunda yayın politikalarını yürüttükleri görülmektedir.  Diğer yandan özel radyo ve televizyonların başlangıçta fiili olarak başlayan yayın yaşamı, 1994 Nisan’ı itibariyle yasal bir çerçeveye oturtturulmuştur. Bu dönemde önemli olaylardan biride Post-modern darbesi olarak anılan 28 Şubat süreci, Post-modern darbe olarak adlandırılmasının temel nedeni, ordunun aldığı kararları yönetime doğrudan el koyarak değil, mevcut hükümete onaylatarak uygulamaya koymasıdır. Bu kararlar, laik devlet ilkesine aykırı hareketlerin arttığına dikkat çekilerek bir dizi önlem önerilmesinden ibarettir. 28 Şubat sürecine giden yol “Refahyol” olarak da anılan RP-DYP koalisyon hükümetinin kurulmasıyla başlar. İslamcı kimliğiyle tanınan Refah Partisinin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan olarak yer aldığı bu hükümetin kurulmasıyla birlikte laiklik tartışmaları Türkiye gündeminin merkezine oturmuştur. Hükümetin birçok tutum, davranış ve icraatları Anayasa’nın öngördüğü laiklik ilkesine aykırı hareket etmek olarak yorumlanır. Bu durum, hükümetin gerek kamuoyu nezdinde gerekse çeşitli anayasal kurumlar nezdinde rahatsızlık yaratmasına neden olmuştur. Bu kurumların en başındaysa Silahlı Kuvvetler gelir. Ülkede yeni bir askeri darbenin olacağına ilişkin söylentilerin yayıldığı bu ortamda yapılan 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı, ordunun hükümete ve faaliyetlerine karşı duyduğu rahatsızlığı su yüzüne çıkarır. 8,5 saat süren bu toplantı sırasında, MGK’nın asker kökenli üyeleri laik devlet ilkesine aykırı hareketlerin arttığına dikkat çekerek, Atatürk ilkelerinin ve inkılap kanunlarının ödünsüz bir şekilde uygulanmasını talep eder. Özellikle dini vakıfların ve RP’li belediyelerin faaliyetleri, başbakanlıkta tarikat liderlerine verilen davet, dergâhlar, “yeşil sermaye” olarak nitelendirilen şirketler ve kılık kıyafet kanununa aykırı davranışlar sert bir şekilde eleştirilir. Bu dönemde ayrıca toplumsal muhalefetler yükselmiş, işçiler, emekçiler, öğrenciler ve kayıp yakınları seslerini duyurmak için sokaklara çıkmışlardır. Sokakta haber yapan gazeteciler de polis şiddetinin mağduru oluyorlardı. Gazeteci Metin Göktepe, “Mutlaka ben izlemeliyim” diye gittiği haberde gözaltına alındı. “Gazeteciye özel muamele” diyen polisler tarafından dövülerek öldürüldü. Olayın vahameti özlük hakları meselesi dışında bir ortak paydada bir araya gelemeyen gazetecileri birleştirdi. Meslektaşları, şehir şehir dolaştırılan Metin Göktepe davasının peşini bırakmadı. Her şeye rağmen korkunç hukuk skandallarıyla dolu davadan basın tarihine geçecek bir karar çıktı ve ilk kez bir devlet görevlisi işkenceden ceza aldı. İktidarlar için her devrin günah keçisi sosyalist basındı. Ama bu yıllarda polisin asıl hedefi Kürt basını oldu. O dönem güneydoğudan tek haber geçen gazete Özgür Gündem’di. Faili meçhul cinayetlerin ve gözaltında kayıpların en çok yaşandığı bu dönem, Özgür Gündem çalışanları tehdit edildi, işkencelerden geçirildi, öldürüldü. Basına yönelik saldırılarda farklı amaçlarla, büyük kitlelerin sevgisini kazanmış gazeteciler hedef seçildi. Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink gibi. Diyarbakır’da gazetecilik yapan ve 90’lı yıllarda Sabah gazetesi için çalışan Mahmut Bozarslan böyle anlatıyor o yılları: “90’larda orada yaşamak başlı başına zordu. Gazeteci olmak daha da zor. Bir kere istediğiniz yere gidemiyorsunuz, OHAL olduğu için istediğiniz haberi yapamıyorsunuz, istediğiniz kişiye ulaşamıyorsunuz. O dönem bölgede yaşanan olaylarla ilgili sadece OHAL’in yaptığı resmi açıklamalara bağlı kalıyorduk.” O dönem Sabah gazetesinde çalışan Mahmut Bozarslan hem sansürün hem otosansürün sıradan bir hale geldiğini söylüyor: “Bir otokontrol sistemi vardı zaten. Yazsak da yayınlanmaz, diyorsun. O otokontrol sistemiyle kimse o konulara girmiyordu. Ama insan derin bir vicdan azabı çekiyor. Üzülüyor. Orada bir şey var. Ama orada kalıyor.” Mahmut Bozarslan, 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşananların yansıtılmadığını ekliyor: “Merkez medya sol çizgideki bir kısmını yazabildi. Onun dışında merkez medya çoğunu yansıtamadı. Kendi perspektifleriyle yansıttılar. Ona da yansıttılar diyemiyorum.” O dönem seyahat zorluğunu ise “hiçbir yere gidemiyordunuz” diye özetliyor. Yolların açık olduğu kısıtlı zamanlarda, askerlerin kontrol yaptığını, gazetecilerin ilçelere ve köylere geçişlerine izin verilmediğini aktarıyor. Kendi memleketi olan Lice’ye giderken basın kartını sakladığını, ancak öyle geçebildiğini anlatıyor. 1992 yılında öldürülen 14 gazetecinin 13’ü ise Güneydoğu’da çalışıyordu. Bunların arasında o dönem Özgür Gündem gazetesinde yazan Musa Anter, aynı yıl Mart ayında Cizre’de öldürülen Sabah gazetesi muhabiri İzzet Keser de vardı.1994 yılında ise Özgür Gündem gazetesinin İstanbul ve Ankara bürosu ile yine İstanbul’daki teknik binası bombalı saldırıya uğramış ve 1 kişi hayatını kaybetmiş, 23 kişi yaralanmıştı. Cumhuriyet gazetesi için 1986’dan 1990 yılına kadar bölgede kalarak gazetecilik yapan, daha sonra da haber yapmak için defalarca bölgeye giden gazeteci Celal Başlangıç ise, “Gazetecilik yapmak öncelikle devletin hedefi olmak demekti birinci derecede. Özellikle bölge insanı olup gazetecilik yapanların başına çok iş geldi. Burada kalarak gazetecilik yapmak çok riskli bir işti. Yazmayacaksınız, görmeyeceksiniz” diye özetliyor o günleri. Bu dönemde gördüğümüz üzere oto-sansürün, OHAL ilanının, gazetelerde magazinleşmenin olgusunun ve halkın basına, gazeteye olan güvenin sarsılması ile basın özgürlüğüne ket vurulması bu dönemi hafızalara kara leke olarak kazımıştır.





Kaynakça



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

1980 Darbesi Ve Basının Değişimi

12 MART MUHTIRASI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ (1970-1980)