GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE (2000)

2000’li yıllarda medya, iletişim ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler ve ilerlemelerin de etkisiyle geçmiş yıllarda sahip olduğu etkinliğin ve gücün çok daha üzerine çıkmış, bu değişimlere paralel olarak da, yasama, yürütme ve yargı erklerinden sonra dördüncü erk olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Medya kuruluşları arasında en eski ve saygın yere sahip olan basın işletmeleri “haber ve düşünce üreten iktisadi kuruluş” olarak tanımlanabilmektedir. Görüldüğü gibi basının kamu yararı, yani sosyal yönü yanında ekonomik yönü de vardır; diğer tüm işletmeler gibi, basın işletmeleri de varlıklarını sürdürebilmek için kar elde etmek zorundadırlar. Gazetenin temel amacı haber vermek, okuyucuyu bilgilendirmektir. Ancak gazetedeki promosyonların ağır maliyeti, reklam ve satış gelirlerinin yetersizliği, gazete fiyatının okuyucuya yüksek gelmesi gibi ekonomik sıkıntılar birçok gazetenin kapanmasına ya da el değiştirmesine sebep olmuştur. Buradan da görüldüğü gibi gazeteler endüstri işletmesine ait özellikler gösterirken, diğer yandan da hizmet sektörü olarak hizmet işletmesi özellikleri göstermektedirler. Bu yapıdan dolayı da gazeteler ve gazeteciler çoğu kez sosyal sorumluluklarıyla ekonomik gerçeklikler arasında bıçak sırtında kalmaktadırlar çünkü gazete sahipleri ve genel yayın yönetmenlerinin çıkarlarıyla ilişki içinde olunan diğer güçlerin çıkarları çatışma içine girebilmektedir. Günümüzde yeni medya sahipleri, eskiden olduğu gibi gazetecilik mesleğinden gelmemektedir, birçok farklı sektöre hakim oldukları halde, birikmiş sermayelerini medya alanına da aktardıkları görülmektedir. Oysaki diğer sektörlere göre çok da karlı olmayan medya sektörüne olan bu talepte, madalyonun diğer yüzü önem teşkil etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak örneğin Emin Çölaşan “Sakıncalı Gazeteci” isimli kitabında Recep Tayyip Erdoğan ve Aydın Doğan arasındaki çekişmeleri “kayıkçı kavgası” örneği ile açıklamıştır. Buna göre her iki taraf da birbirine belli ölçüde eleştiri yapmakta fakat eleştiride fazla ileri gitmemektedir çünkü aksi takdirde her iki kayıkçı da dengesini kaybedip suya düşecek, sonuçta her iki taraf da kaybedecektir. İşte bu çalışmada medyada holdingleşme, iktidarla ilişkiler ve bunların yazılı basına etkileri 80’li yıllardan başlanarak ele alınacaktır çünkü bu dönem Türk medyasında görülen tekelleşme hareketinin en yoğun görüldüğü dönemdir, 2000’lerdeki medya yapısı bu dönemin bir uzantısıdır. 2000’li yıllar medya siyaset ilişkilerinde 1980 sonrası başlayan alışkanlıkların devam ettiği bir dönem olmuştur ancak 2001’deki ekonomik kriz ile ekonomideki küçülmenin yüzde 10’a yaklaşması neticesinde, medyada yeniden yapılanma yaşanmıştır. 1980’lerde başlayan medyada ticarileşme ve medya-siyaset-ticaret ilişkisinde en önemli dönüm noktalarından biri 2000 yılında medya holdinglerinin bankalarına Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun el koyması ve bunun meydana getirdiği etkinin zincirleme bir reaksiyona yol açarak, medya holdinglerinin teker teker çökmesiydi. Bunun neticesinde pek çok medya organı devletin eline geçmiştir. 2001 yılında batık bankalar sayesinde devlet en büyük medya patronu olmuştur. Medya patronlarının bir kısmı tutuklanmış, yargılanmış ve hapse konulmuştur. Sektördeki değişikliklerin başında bankacılık faaliyetleri yasaklanan medya gruplarına ait şirketlerin TMSF’ye devredilmesi ve fonun 2005 tarihinden itibaren bu varlıkları satışa çıkarması gelmektedir. Bunun yanında krizde daralan iç piyasayla birlikte reklam harcamaları büyük bir düşüş gösterince sektör de küçülmüş, medyada yeni güç dengeleri görülmeye başlanmıştır. Mustafa Sönmez “Filler ve Çimenler” adlı kitabında bu dönemi şu şekilde aktarmıştır: “2001 krizi sonrasının medyasında yeni boyut, yeni sermayedar girişi ve var olanların güçlerini tahkimleri yeni ittifaklara, cephelere gitmeleri şeklinde gerçekleşti. Madenci Turgay Ciner sektörün yeni ismi olarak Sabah Grubu ve Cumhuriyet’te adından söz ettirirken Karamehmetler de Fon’a banka kaptırmanın hırsıyla güçlerini takviyeye gidecek, yeni transferlere önayak olarak medya dengelerine etki edeceklerdi. Uzanlar ise “paralel iktidar” medyanın gücüne, siyasi gücü de ekleme ihtirasıyla Genç Parti’yi kuracak ve 2002 seçimlerinden yüzde 7,5 oyla çıkacaklardı.  Doğan grubu ise medya karları bakımından ciddi bir kan kaybı içerisindeydi. 2001 krizi bir çöl fırtınasını andırıyordu. Birçok sektörde olduğu gibi, medya/finans dünyasında da fırtına öncesinin kum tepecikleri, fırtına sonrasında yeni tepeciklere yerini bırakmıştı.” 2003 yılında Türk medya sektöründeki hakim gruplar şunlardı: Doğan, Çukurova, Uzan, Sabah, İhlas. Geçen zaman zarfında söz konusu grupların tamamında yapısal dönüşümler gerçekleşmiş, bazılarının adları bile değişmiştir. Örneğin 2003 yılında Türk medya sektörünün önemli bir bileşeni olan İhlas Grubu, finans ayağının çökmesinden itibaren başlayan sürecin bir neticesi olarak piyasada ağırlığını yitirmiştir. 2006 itibariyle Türk medya sektöründe esasen üç grubun hakimiyetini ve büyüme iddiasını sürdürdüğü görülmektedir: Doğan, Ciner, Çukurova. 2000’li yıllarda medyada gerçekleşen değişimleri takip edebilmek gerçekten çok güçtür çünkü bu sektörün zemini hem çok kaygan hem de olan olaylar perde önü ve perde arkası kısımlarıyla kamuoyuna gerçekler tamamen ulaşamamaktadır. Bu yıllarda bahsettiğimiz kaygan zeminde holdinglerin medyaya girmesiyle basın sektöründeki mülkiyet yapısı değişimini gözler önüne serebilecek bazı örneklerse şunlardır: 1) Aydın Doğan 1979 yılında Milliyet’i satın aldıktan sonra, 1980'de Doğan Yayın Holding (DYH)'i kurmuştur. Türk medyasının en büyüğü olarak sivrilen Doğan Grubu, yatay, çapraz ve dikey boyutlarda büyümesini sürdürmüştür. Doğan, 1994'te de Hürriyet'i satın almıştır. Yayıncılıkta en büyük pazar payına sahip olan DY Grubu, Hürriyet, Milliyet, Posta, Vatan, Radikal, Fanatik, Turkish Daily News, Referans; Tempo başta olmak üzere 25 derginin sahibidir. Doğan Medya Grubu, 2005 tarihli faaliyet raporundaki verilere bakılırsa toplam Pazar payı %37’yi bulan 8 gazete, %37’llik satış payına sahip onlarca dergi ve toplam izlenme oranları içindeki payı %17 olan televizyon kanalları ile üç mecranın tamamında %39’luk reklam payı elde ederek lider konumunu sürdürmektedir. Otomotivden turizme, bankacılıktan enerjiye her alana el atan bu medya devine, Maliye Eylül 2009'da 3,7 milyar TL'lik vergi cezası kesmiştir. 2) Karamehmet Grubu: Üç kuşaktır tarım ve sanayide etkin olan ve Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin kurucuları arasında bulunan Karamehmet ailesi, ilk kez Akşam'ı alarak 1977-80 döneminde basın sektöründe bulundu. 1991'de Sabah'ın %10'unu alarak tekrar medyaya girdi 2001'den sonra bankalarına devletin el koymasıyla sarsıldı. Bugün medya sektöründe Doğan Grubu'ndan sonra ikinci sırada yer alıyor: Akşam, Güneş, Cumhuriyet (hissedarlardan), Halka ve Olaylara Tercüman gazetelerinin sahibidir. Medyada holdingleşmenin bazı etki ve sonuçları olmaktadır. Hıfzı Topuz  “II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi” isimli kitabında medyada holdingleşmenin etkilerini şu şekilde aktarmıştır: 1) Medyada tekelleşme, her şeyden önce düşünce ve anlatımda çoğulcuğa karşı bir oluşumdur. Kitle ve iletişim araçlarının paralı ellerde toplanması, düşünce ve anlatım özgürlüğünü kısıtlar. Medyada çalışanların sayısı azalır. Medya genelde tekdüzeliğe yönelir. Ne var ki holdingler görüşte, çeşitliliği koruyor izlenimini vermek için değişik eğilimlerde yayın organlarına yer verebilirler. Ya da büyük bir gazetenin içinde çeşitli görüşleri yazanlar bulunabilir. Gerçekte ise bunlar göstermeliktir. Bu ayrıntılar gazete ya da derginin gerçek politikasını ve eğilimini değiştirmez. 2) Tekelleşmeler sendikacılığa karşıdır. Bunun en yakın örneği, Aydın Doğan’ın 1991’de Milliyet’te başlattığı sendikasızlaştırma baskıları olmuştur. Aydın Doğan’ın Hürriyet’e sahip olmasından sonra aynı yöntem 1994’te orada da uygulanmış ve toplu sözleşmeler yapılamamıştır. 3) Tekellerin başındaki kişiler, iktidarı paylaşmak ve hükümetten çeşitli çıkarlar sağlamak için türlü türlü ödünler vermekte ve medyada çalışan gazetecileri baskı altında tutmaktadırlar. 4) Büyük sermayeye dayanan medya, magazin programlarının ve haberciliğin de gelişmesine yol açmış, bu da bir kültür yozlaşmasına neden olmuştur. 5) Küçük ve orta çaptaki yayın organları zamanla yok olmakta ve holdinglerin sınırsız egemenliği kurulmaktadır. İletişim organlarına sahip olmak çok büyük sermayeyi gerektirdiği için medyada tekelci sermaye egemen olmakta ve ufak yatırımlarla gazete ve dergi çıkarma olanağı bulamamaktadır. 6) Türkiye’de medya zamanla bir paralel iktidar mekanizması oluşturmaktadır. Yöneticilerin medyadan gelen baskılara karşı koyamadıkları zaman zaman görülmektedir. 7) Tekelci sermaye ve holdingler dışa bağımlıdır, IMF’den çıkarları vardır. Böyle bir bağımlılık da ülkenin bağımsızlığıyla bağdaşamaz. Görüldüğü gibi medyada holdingleşme pek çok negatif sonuçlar doğurmaktadır ancak holdinglerin medyaya girmesi tüm dünyada görülen bir durumdur. Türkiye’de 80’lerden itibaren medya holdingleri sahneye çıkmış, 90’lardaysa holdingler medya sektörüne hakim olmuş, adeta bir paralel iktidar konumuna gelmişlerdir. 2000’lerdeyse holdinglerde el değiştirmeler başlamış, yabancı sermaye de işin içine girmiştir. Bu değişim ekonomik, teknolojik ve siyasi değişimlere paralel şekilde devam etmiş, hatta değişime büyük ölçüde katkısı olmuştur. Türkiye’de 80’ler sonrası liberal ekonomi ağırlığını hissettirmeye başlamış ve bundan basın oldukça etkilenmiş ve yapısal değişikliklere maruz kalmıştır. Bu süreçte gazeteler de, gazeteciler de, gazete sahipleri de liberal ekonomi rayına girmiş olan Türkiye’ye ayak uydurmak zorunda kalmış, gerektiğinde ilkelerinden ve genel çizgilerinden taviz vermek zorunda kalmışlardır. Son otuz sene içinde medya çalkantılı günler geçirip bu günlere gelmiştir. holdinglerin medyaya girmesiyle asıl tehlikeli olan nokta tekelleşmenin sonucu olan “tekseslileşmedir”. Bu durum sanal bir gerçeklik yaratmakta ve suni gündem oluşturma aşamasına kadar gitmektedir. Türk basını oligopol özellikler gösteren bir yapıdadır ve bu yapıdan en çok gazeteciler ve iyi bir medya okuyucusu olmayan kamuoyu etkilenmektedir. Türkiye’de gazeteler iletişim aracı olmaktan ziyade “medya silahı” olarak kullanıldığı için gazetelerin can damarı denebilecek köşe yazarları tasfiye edilmekte, sindirilmekte, sansüre maruz kalmaktadır. Türkiye’de farklı düşünmek makul bir davranış değildir, gazeteciler bunu kimi zaman baskıyla, kimi zaman sansürle, kimi zamansa canıyla ödemiştir. Türkiye’de öldürülen gazeteci sayısının en yüksek rakamlara ulaştığı dönemin medyada tekelleşme sürecinin en yoğun olduğu bir döneme denk düşmesi tesadüf değildir. Medya-ekonomi-siyaset üçgenin tam ortasında olan gazetelerin ve gazetecilerin objektif olması gerçekten çok zordur. Böyle bir ortamda da basın özgürlüğünü yitirmekte, ekonomik ve siyasi güçlere göbekten bağlı kalmak durumunda kalmaktadır. Buradan da ortaya çıkan tablo, bir ülkenin geleceği medya ekonomi ve siyasi güçleri el birliğiyle tayin edilirken, bunun faturasının yine halka çıkarılmasıdır. Bu dönemi genel olarak holdingleşme ve tekelleşme üzerinden baktık şimdide gelin gazeteciler gözünden bakalım. 2012 yılında Türkiye’nin en tanınmış siyasi köşe yazarı ve yorumcularından biri olan Nuray Mert, uzun süredir hükümeti eleştiriyordu ancak Mert’in hükümetin Kürt politikalarına yönelik dile getirdiği itirazlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre çizmeyi aştı. Erdoğan’ın Nuray Mert’i hedef alan ve hain olduğunu ima eden saldırgan sözleri üzerine Mert, güvenliğini tehdit edecek kadar ağır saldırıların hedefi oldu. Siyasi hassasiyetler nedeniyle patronları televizyon programını ve gazetedeki köşesini iptal etti. Nuray Mert, bu raporda yer alan kişisel açıklamasında “Birçok şekilde tehdit edildiğimi hissediyorum” diyor. “Nefret dolu cinsiyetçi mesajlar alıyorum; seyahat ettiğimde esrarengiz bir biçimde bavulum karıştırılıyor; özel telefon görüşmelerim dinleniyor.” Ama yine de Nuray Mert, Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) ve daha önceki iktidarların icraatlarına meydan okumaya cüret eden birçok gazeteciden çok daha şanslı olduğunu söylüyor. Türkiyeli yetkililer basın özgürlüğüne karşı, yakın tarihteki, dünyanın en geniş kapsamlı operasyonunu sürdürüyor. CPJ’nin Ağustos 2012’de sürdürmekte olduğu kapsamlı araştırma sırasında, en az 76 gazeteci hapisteydi ve neredeyse tamamı devlete karşı işlenen suçlarla itham ediliyordu. Dörtte üçünden fazlası henüz herhangi bir suçtan hüküm giymemiş olmasına rağmen, aylardır ve hatta yıllardır tutuklu bulunuyor; bazılarının duruşmaları henüz başlamamış, bazılarınınki ise sürüyor. Çok sayıda gazeteci hakkında ise eleştirel yazıları nedeniyle “Türklüğü aşağılamak” veya “yargıyı etkilemek” suçlarıyla birçok durumda birden fazla kovuşturma devam ediyor. Türkiye’deki basın kuruluşlarının tahminlerine göre, 2011 sonunda ülke çapında gazeteciler hakkında açılmış dava sayısı 3.000 – 5.000 arasındaydı. Basına karşı yürütülen bu kampanyaya, gazetecilere karşı çok sayıda hakaret davası açan Erdoğan öncülük ederken, O ve hükümeti, medya kuruluşlarına eleştirel yazılar yazan personellerini dizginlemeleri için baskı yapıyor. Tüm bunların sonucunda oto-sansür yaygınlaşıyor, finansal, mesleki ya da hukuki bir misillemeyle karşı karşıya kalmaktan korkan medya organları ve gazeteciler, Kürt meselesi ve basın özgürlüğüne yönelik baskılar gibi hassas konulara dokunmamaya gayret ediyorlar. İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi için çalışan Açık Toplum Vakfı-Türkiye’nin Başkanı Hakan Altınay “Başbakan’ın kullandığı ton önemli bir faktör. Bize hangi gazeteleri okumamızı istemediğini söyledi. Medya kuruluşlarının sahiplerine aynı fikirde olmadıkları muhabirleri yada köşe yazarlarını kovmaları gerektiğini söyledi ve birçoğu da bunu yaptı”

dedi. “Ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın, ‘muhalif bir sesten bir şey öğrendim’ dediğini veya kendini eleştiren birine olası bir yanlışı farketmesini sağladığı için teşekkür ettiğini hiç duymamamız da önemli bir nokta. Diğer yandan Tarihi askeri darbelerle dolu olan Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin gölgesi bugünün olaylarının üstünde hissediliyor. 1980 darbesiyle ilgili olağan söylem olan ordunun darbe yapmak için siyasi gerilim yarattığı ifadesi, Erdoğan hükümetinin, Ergenekon komplocularının toplumsal karmaşayı teşvik ettiklerine dair yaygın olarak dile getirdiği iddialarında da kendine yer buluyor. Darbeden sonra tesis edilen ve büyük bölümü hala yürürlükte olan geniş, içtimai ve baskıcı yargısal yapı ve sürmekte olan Kürt isyanı Erdoğan hükümeti dâhil, birbiri ardına gelen yönetimlerin muhalefeti cezalandırmasına, entelektüel rakiplerini terörist olmakla suçlamasına ve kendilerini eleştiren gazetecileri dalga dalga hapse atmasına olanak sağladı. Tanınmış bir gazeteci olan Kanal D haber dairesi yayın yönetmeni Mehmet Ali Birand, “Hükümetin hala modası geçmiş 12 Eylül dönemi yasalarını kullandığını” ifade etti. “Yasalar öylesine muğlak bir biçimde kaleme alınıyor ki her türlü yoruma açık oluyor. Bir yargıç soldan ele alırken diğeri sağdan bakıyor. Hiç bilemiyorsunuz. Bu yüzden de sürekli öyle ya da böyle başımızı belaya sokacağız diye korkuyoruz. ”Basın özgürlüğü ile ilgili bir dernek olan Medya Derneği’nin Genel Sekreteri Deniz Ergürel de darbe sonrası kurulan hukuki yapıların bugünkü baskının ana sebebi olduğunu dile getirdi. “Hala askeri darbenin hemen sonrasında kaleme alınmış bir anayasa yürürlükte” diyen Ergürel, “Daha özgürlükçü, demokratik ve çoğulcu bir anayasaya ihtiyacımız var. Yürürlükteki anayasa zor zamanlarda hazırlanmıştı ve ifade özgürlüğü dahil bir çok ihtilaflı unsur barındırıyor. Ayrıca daha iyi, daha demokratik terörle mücadele yasalarına ihtiyacımız var. Temmuz ayında kabul edilen reformlar ne yazık ki eleştirel haberleri ve muhalif görüşleri susturmak için mütemadiyen kullanılan terörle mücadele ve ceza kanunlarındaki geniş, muğlak üslubu kaldıracak şekilde kökten bir değişiklik getirmiyor. Ayrıca bu değişiklikler, yapılan her yeni reformun daha baskıcı bir adımla önünün kesilebileceği bir siyasi ortamda yapılıyor.” Yargı paketinin 2012 yılında Temmuz ayına kabul edilmesinden sadece birkaç gün sonra AK Parti, basın özgürlüğünün “milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın, başkalarının haklarının, özel veya aile hayatının korunması, suçların önlenmesi, yargının bağımsızlık ve tarafsızlığının sağlanması, savaş kışkırtıcılığının, her türlü ayrımcılık, düşmanlık veya kin ve nefret savunuculuğunun engellenmesi amaçlarıyla sınırlanabileceği” ifade eden bir anayasa değişikliği sundu. Ekim 2012’de görüşülecek olan bu kapsamlı tasarı, matbaaların bastıkları yayınlara el konulmasını ya da yasaklanmasını engelleyen anayasal tedbiri de ortadan kaldırıyor. Analistler neticede bu önerinin geçeceğinden şüpheli olduklarını, ama bunun teklif edilmesinin dahi iktidar partisinin basını kısıtlamak arzusunun bir göstergesi olduğunu ifade ettiler. CHP Ankara milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi Gülsün Bilgehan, “Türkiye demokrasisinin karşı karşıya kaldığı önemli sorunlardan birisi şu: ne zaman bir siyasi parti iktidara gelse basın üzerinde baskı kurmaya başlıyor ve eleştiri kabul etmiyor. AKP hükümeti bu kötü alışkanlığı benimsedi ve üçüncü döneminde basın üzerindeki baskıyı arttırdı” dedi. Her ne kadar sorunun özünde baskıcı yasalar ve yargı sistemi olsa da idarenin en üst düzeyinde yaratılan iklim de aynı oranda önemli. Mehmet Ali Birand “Yargı tavrını hükümete bakarak ayarlıyor” diyor. “Hükümet sertleştiğinde, Başbakan konuşmalarında sert cümleler kurduğunda, yargı da sertleşiyor.” Erdoğan basına yaklaşımında katı ve meydan okur bir tavır takınıyor; gazetecileri isim vererek alenen azarlıyor, haklarında suç duyurusunda bulunuyor ve eleştirel davranan personelini dizginlemesi için medya organlarına baskı yapıyor. Nuray Mert olayında olduğu gibi medya organları Başbakan’ı kızdıran tanınmış köşe yazarı ya da yorumcuları ya işten atıyor ya da başka göreve veriyorlar. Baskı görme korkusuyla, isminin yazılmaması şartıyla konuşan bir gazeteci, çalıştığı şirketin patronunun yayın politikasında değişiklik yapılacağı haberini şöyle verdiğini söyledi: “Arkadaşlar, artık bitti. Daha fazla eleştiri yok. Paramı kaybetmek istemiyorum.” Patronun gazetecilere sunduğu seçim oldukça basitti: “Benimleyseniz tamam. Değilseniz, gidin.” Erdoğan, medya dünyasının her alanından gelen eleştirilere karşı hakaret davası açmak konusunda adeta bir rekora sahip. Bianet’in haberine göre, Başbakan Mart 2005’te Penguen mizah dergisinin yayıncısına, derginin kapağında kendisini

eşitli hayvanlar gibi çizdiği için “Başbakan’ın kişilik haklarına saldırdığı” şikayetiyle dava açtı. Bir yıl sonra Başbakan sol görüşlü günlük Evrensel gazetesine ve köşe yazarı Yücel Sarpdere’ye, Erdoğan’ın, maliye bakanı hakkındaki yolsuzluk iddialarına verdiği cevabı eleştirmek için, ünlü bir AK Parti şarkısının sözlerini değiştirmek suretiyle hakaret ettiği gerekçesiyle dava açtı. Erdoğan’ın avukatları söz konusu makalen özgürlüğünün sınırlarını aştığını” iddia ettiler. Aynı yıl Erdoğan bu kez de BirGün gazetesi yazarı Erbil Tuşalp hakkında, Aralık 2005’te yayınlanan bir makalesinde hükümet politikalarının giderek otoriterleştiğini söylediği için hakaret davası açtı. Erdoğan geçen sene de Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan hakkında suç duyurusunda bulundu. Sebep Ocak 2011’deki yazısının başlığıydı: “Erdoğan ve kof kabadayılık.” Daha sonra şikayetini geri çeken Başbakan, Altan’ı Mart 2012’de bir kez daha, bu kez başyazısında Erdoğan’a “küstah, bilgisiz ve ilgisiz” dediği için şikayet etti. Bianet’in haberine göre Erdoğan’ın avukatları, yazının amacının Başbakan’ı küçük düşürmek olduğunu öne sürdü. Hakaret davaları ve adli kovuşturmalar neticesinde haberlerin tonu düştü, haberler rötuşlanmaya başladı. Siyasilerin, haber kurumlarının patronları üzerindeki nüfuzlarının önemli bir dondurucu etkisi olduğunu söyleyen Milliyet köşe yazarı Aslı Aydıntaşbaş “Her gün çıkan gazeteler Türkiye’de yanlış giden herşeyi biliyor, ama doğru dürüst gazetecilik yapmaya korkuyorlar” diyor. Avrupa Gazetecilik Merkezi 2010 yılında yaptığı analizde, Türkiye medyasının büyük bölümünün inşaat, bankacılık, turizm ve finans gibi farklı sektörlerde de şirketleri olan bir kaç holdingin elinde olmasının haber kuruluşlarını siyasi baskı karşısında savunmasız kıldığının altını çizmişti. Gazeteci Ahmet Şık kendini daha baskısı bile yapılmamış bir kitap yazdığı için hapiste buldu. İmamın Ordusu mevzuu o kadar tesirliydi ki, Başbakan Erdoğan kitabı bombaya benzetti. Şık, “Kitapta daha fazla belge olacaktı ama takip ediliyordum, yeni ulaştığım kaynaklar izleniyor, dinleniyordu... Bu belgelerin kitabımda olmasını istemedikleri için tutuklandım” dedi. Ahmet Işık`ın avukatı Ahmet Pekin, şöyle devam etti: “Türkiye’de gerçek ifade özgürlüğü yok. Ben 12 yıldır gazete avukatlığı yapıyorum. Bana sorarsanız 12 yıl öncesinden fazla bir değişiklik olduğunu söyleyemem. Aslında üçüncü kategori göz önüne alındığında durumun kötüye gittiğini söyleyebiliriz.” 12 yıldır gazetecilerin avukatlığını yapan Ahmet Pekin`in söylediği gibi ifade özgürlüğü gerçek anlamda yok. Bu yüzden “Sözde ifade özgürlüğü” demekten çekinmiyorum. Geçmişten günümüze kadar uzanan süreçteki olaylara da bakacak olursak; İsmet İnönü zamanında Tan gazete baskını olayı, Adnan Menderes döneminde ki Pulliam olayı, 1960 dönemlerinden başlayan darbe süreci ve devamında 12 Eylül muhtırası o dönemlerdeki basına ciddi kısıtlamalar ve sansürler uygulamıştır. Daha sonra 1980 darbesi, sıkıyönetim ilanları, yayın yasakları ve ardından gelen 1990`lardaki postmodern darbe ve son olarak 2000`ler. Geçmişten günümüze kısa bir yolculuk yaptığımızda görüyoruz ki basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü gerçek anlamda yok. Ve çok kez kısıtlamalara maruz kaldığını görüyoruz.

 

KAYNAKÇA

https://cpj.org/tr/2012/10/turkiyenin-basin-ozgurlugu-krizi.php

https://docplayer.biz.tr/2162044-Gazeteciligin-donusumu-yondesen-ortam-ve-yondesik-gazetecilik-besim-yildirim.html

https://slideplayer.biz.tr/slide/2020020/

https://docplayer.biz.tr/2162044-Gazeteciligin-donusumu-yondesen-ortam-ve-yondesik-gazetecilik-besim-yildirim.html

http://sesliharflerim.blogspot.com/2011/11/turkiyede-holdinglerin-medyaya-girisi.html

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

1980 Darbesi Ve Basının Değişimi

12 MART MUHTIRASI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ (1970-1980)