
2000’li yıllarda medya, iletişim
ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler ve ilerlemelerin de etkisiyle geçmiş
yıllarda sahip olduğu etkinliğin ve gücün çok daha üzerine çıkmış, bu
değişimlere paralel olarak da, yasama, yürütme ve yargı erklerinden sonra
dördüncü erk olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Medya kuruluşları arasında en
eski ve saygın yere sahip olan basın işletmeleri “haber ve düşünce üreten
iktisadi kuruluş” olarak tanımlanabilmektedir. Görüldüğü gibi basının kamu
yararı, yani sosyal yönü yanında ekonomik yönü de vardır; diğer tüm işletmeler
gibi, basın işletmeleri de varlıklarını sürdürebilmek için kar elde etmek
zorundadırlar. Gazetenin temel amacı haber vermek, okuyucuyu bilgilendirmektir.
Ancak gazetedeki promosyonların ağır maliyeti, reklam ve satış gelirlerinin
yetersizliği, gazete fiyatının okuyucuya yüksek gelmesi gibi ekonomik
sıkıntılar birçok gazetenin kapanmasına ya da el değiştirmesine sebep olmuştur.
Buradan da görüldüğü gibi gazeteler endüstri işletmesine ait özellikler
gösterirken, diğer yandan da hizmet sektörü olarak hizmet işletmesi özellikleri
göstermektedirler. Bu yapıdan dolayı da gazeteler ve gazeteciler çoğu kez
sosyal sorumluluklarıyla ekonomik gerçeklikler arasında bıçak sırtında kalmaktadırlar
çünkü gazete sahipleri ve genel yayın yönetmenlerinin çıkarlarıyla ilişki
içinde olunan diğer güçlerin çıkarları çatışma içine girebilmektedir. Günümüzde
yeni medya sahipleri, eskiden olduğu gibi gazetecilik mesleğinden
gelmemektedir, birçok farklı sektöre hakim oldukları halde, birikmiş
sermayelerini medya alanına da aktardıkları görülmektedir. Oysaki diğer
sektörlere göre çok da karlı olmayan medya sektörüne olan bu talepte,
madalyonun diğer yüzü önem teşkil etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak örneğin
Emin Çölaşan “Sakıncalı Gazeteci” isimli kitabında Recep Tayyip Erdoğan ve
Aydın Doğan arasındaki çekişmeleri “kayıkçı kavgası” örneği ile açıklamıştır.
Buna göre her iki taraf da birbirine belli ölçüde eleştiri yapmakta fakat
eleştiride fazla ileri gitmemektedir çünkü aksi takdirde her iki kayıkçı da
dengesini kaybedip suya düşecek, sonuçta her iki taraf da kaybedecektir. İşte
bu çalışmada medyada holdingleşme, iktidarla ilişkiler ve bunların yazılı
basına etkileri 80’li yıllardan başlanarak ele alınacaktır çünkü bu dönem Türk
medyasında görülen tekelleşme hareketinin en yoğun görüldüğü dönemdir,
2000’lerdeki medya yapısı bu dönemin bir uzantısıdır. 2000’li yıllar medya
siyaset ilişkilerinde 1980 sonrası başlayan alışkanlıkların devam ettiği bir dönem
olmuştur ancak 2001’deki ekonomik kriz ile ekonomideki küçülmenin yüzde 10’a
yaklaşması neticesinde, medyada yeniden yapılanma yaşanmıştır. 1980’lerde
başlayan medyada ticarileşme ve medya-siyaset-ticaret ilişkisinde en önemli
dönüm noktalarından biri 2000 yılında medya holdinglerinin bankalarına
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun el koyması ve bunun meydana
getirdiği etkinin zincirleme bir reaksiyona yol açarak, medya holdinglerinin
teker teker çökmesiydi. Bunun neticesinde pek çok medya organı devletin eline
geçmiştir. 2001 yılında batık bankalar sayesinde devlet en büyük medya patronu
olmuştur. Medya patronlarının bir kısmı tutuklanmış, yargılanmış ve hapse
konulmuştur. Sektördeki değişikliklerin başında bankacılık faaliyetleri
yasaklanan medya gruplarına ait şirketlerin TMSF’ye devredilmesi ve fonun 2005
tarihinden itibaren bu varlıkları satışa çıkarması gelmektedir. Bunun yanında
krizde daralan iç piyasayla birlikte reklam harcamaları büyük bir düşüş
gösterince sektör de küçülmüş, medyada yeni güç dengeleri görülmeye
başlanmıştır. Mustafa Sönmez “Filler ve Çimenler” adlı kitabında bu dönemi şu
şekilde aktarmıştır: “2001 krizi sonrasının medyasında yeni boyut, yeni
sermayedar girişi ve var olanların güçlerini tahkimleri yeni ittifaklara, cephelere
gitmeleri şeklinde gerçekleşti. Madenci Turgay Ciner sektörün yeni ismi olarak
Sabah Grubu ve Cumhuriyet’te adından söz ettirirken Karamehmetler de Fon’a
banka kaptırmanın hırsıyla güçlerini takviyeye gidecek, yeni transferlere
önayak olarak medya dengelerine etki edeceklerdi. Uzanlar ise “paralel iktidar”
medyanın gücüne, siyasi gücü de ekleme ihtirasıyla Genç Parti’yi kuracak ve
2002 seçimlerinden yüzde 7,5 oyla çıkacaklardı.
Doğan grubu ise medya karları bakımından ciddi bir kan kaybı
içerisindeydi. 2001 krizi bir çöl fırtınasını andırıyordu. Birçok sektörde
olduğu gibi, medya/finans dünyasında da fırtına öncesinin kum tepecikleri,
fırtına sonrasında yeni tepeciklere yerini bırakmıştı.” 2003 yılında Türk medya
sektöründeki hakim gruplar şunlardı: Doğan, Çukurova, Uzan, Sabah, İhlas. Geçen
zaman zarfında söz konusu grupların tamamında yapısal dönüşümler gerçekleşmiş,
bazılarının adları bile değişmiştir. Örneğin 2003 yılında Türk medya sektörünün
önemli bir bileşeni olan İhlas Grubu, finans ayağının çökmesinden itibaren
başlayan sürecin bir neticesi olarak piyasada ağırlığını yitirmiştir. 2006
itibariyle Türk medya sektöründe esasen üç grubun hakimiyetini ve büyüme
iddiasını sürdürdüğü görülmektedir: Doğan, Ciner, Çukurova. 2000’li yıllarda
medyada gerçekleşen değişimleri takip edebilmek gerçekten çok güçtür çünkü bu
sektörün zemini hem çok kaygan hem de olan olaylar perde önü ve perde arkası
kısımlarıyla kamuoyuna gerçekler tamamen ulaşamamaktadır. Bu yıllarda
bahsettiğimiz kaygan zeminde holdinglerin medyaya girmesiyle basın sektöründeki
mülkiyet yapısı değişimini gözler önüne serebilecek bazı örneklerse şunlardır:
1) Aydın Doğan 1979 yılında Milliyet’i satın aldıktan sonra, 1980'de Doğan
Yayın Holding (DYH)'i kurmuştur. Türk medyasının en büyüğü olarak sivrilen
Doğan Grubu, yatay, çapraz ve dikey boyutlarda büyümesini sürdürmüştür. Doğan,
1994'te de Hürriyet'i satın almıştır. Yayıncılıkta en büyük pazar payına sahip
olan DY Grubu, Hürriyet, Milliyet, Posta, Vatan, Radikal, Fanatik, Turkish
Daily News, Referans; Tempo başta olmak üzere 25 derginin sahibidir. Doğan
Medya Grubu, 2005 tarihli faaliyet raporundaki verilere bakılırsa toplam Pazar
payı %37’yi bulan 8 gazete, %37’llik satış payına sahip onlarca dergi ve toplam
izlenme oranları içindeki payı %17 olan televizyon kanalları ile üç mecranın
tamamında %39’luk reklam payı elde ederek lider konumunu sürdürmektedir.
Otomotivden turizme, bankacılıktan enerjiye her alana el atan bu medya devine,
Maliye Eylül 2009'da 3,7 milyar TL'lik vergi cezası kesmiştir. 2) Karamehmet
Grubu: Üç kuşaktır tarım ve sanayide etkin olan ve Çukurova Sanayi
İşletmeleri'nin kurucuları arasında bulunan Karamehmet ailesi, ilk kez Akşam'ı
alarak 1977-80 döneminde basın sektöründe bulundu. 1991'de Sabah'ın %10'unu
alarak tekrar medyaya girdi 2001'den sonra bankalarına devletin el koymasıyla
sarsıldı. Bugün medya sektöründe Doğan Grubu'ndan sonra ikinci sırada yer
alıyor: Akşam, Güneş, Cumhuriyet (hissedarlardan), Halka ve Olaylara Tercüman
gazetelerinin sahibidir. Medyada holdingleşmenin bazı etki ve sonuçları
olmaktadır. Hıfzı Topuz “II. Mahmut’tan
Holdinglere Türk Basın Tarihi” isimli kitabında medyada holdingleşmenin
etkilerini şu şekilde aktarmıştır: 1) Medyada tekelleşme, her şeyden önce
düşünce ve anlatımda çoğulcuğa karşı bir oluşumdur. Kitle ve iletişim
araçlarının paralı ellerde toplanması, düşünce ve anlatım özgürlüğünü kısıtlar.
Medyada çalışanların sayısı azalır. Medya genelde tekdüzeliğe yönelir. Ne var
ki holdingler görüşte, çeşitliliği koruyor izlenimini vermek için değişik
eğilimlerde yayın organlarına yer verebilirler. Ya da büyük bir gazetenin
içinde çeşitli görüşleri yazanlar bulunabilir. Gerçekte ise bunlar
göstermeliktir. Bu ayrıntılar gazete ya da derginin gerçek politikasını ve
eğilimini değiştirmez. 2) Tekelleşmeler sendikacılığa karşıdır. Bunun en yakın
örneği, Aydın Doğan’ın 1991’de Milliyet’te başlattığı sendikasızlaştırma
baskıları olmuştur. Aydın Doğan’ın Hürriyet’e sahip olmasından sonra aynı
yöntem 1994’te orada da uygulanmış ve toplu sözleşmeler yapılamamıştır. 3)
Tekellerin başındaki kişiler, iktidarı paylaşmak ve hükümetten çeşitli çıkarlar
sağlamak için türlü türlü ödünler vermekte ve medyada çalışan gazetecileri
baskı altında tutmaktadırlar. 4) Büyük sermayeye dayanan medya, magazin
programlarının ve haberciliğin de gelişmesine yol açmış, bu da bir kültür
yozlaşmasına neden olmuştur. 5) Küçük ve orta çaptaki yayın organları zamanla
yok olmakta ve holdinglerin sınırsız egemenliği kurulmaktadır. İletişim
organlarına sahip olmak çok büyük sermayeyi gerektirdiği için medyada tekelci
sermaye egemen olmakta ve ufak yatırımlarla gazete ve dergi çıkarma olanağı
bulamamaktadır. 6) Türkiye’de medya zamanla bir paralel iktidar mekanizması
oluşturmaktadır. Yöneticilerin medyadan gelen baskılara karşı koyamadıkları zaman
zaman görülmektedir. 7) Tekelci sermaye ve holdingler dışa bağımlıdır, IMF’den
çıkarları vardır. Böyle bir bağımlılık da ülkenin bağımsızlığıyla bağdaşamaz. Görüldüğü
gibi medyada holdingleşme pek çok negatif sonuçlar doğurmaktadır ancak
holdinglerin medyaya girmesi tüm dünyada görülen bir durumdur. Türkiye’de
80’lerden itibaren medya holdingleri sahneye çıkmış, 90’lardaysa holdingler
medya sektörüne hakim olmuş, adeta bir paralel iktidar konumuna gelmişlerdir.
2000’lerdeyse holdinglerde el değiştirmeler başlamış, yabancı sermaye de işin
içine girmiştir. Bu değişim ekonomik, teknolojik ve siyasi değişimlere paralel
şekilde devam etmiş, hatta değişime büyük ölçüde katkısı olmuştur. Türkiye’de
80’ler sonrası liberal ekonomi ağırlığını hissettirmeye başlamış ve bundan
basın oldukça etkilenmiş ve yapısal değişikliklere maruz kalmıştır. Bu süreçte
gazeteler de, gazeteciler de, gazete sahipleri de liberal ekonomi rayına girmiş
olan Türkiye’ye ayak uydurmak zorunda kalmış, gerektiğinde ilkelerinden ve
genel çizgilerinden taviz vermek zorunda kalmışlardır. Son otuz sene içinde
medya çalkantılı günler geçirip bu günlere gelmiştir. holdinglerin medyaya
girmesiyle asıl tehlikeli olan nokta tekelleşmenin sonucu olan
“tekseslileşmedir”. Bu durum sanal bir gerçeklik yaratmakta ve suni gündem
oluşturma aşamasına kadar gitmektedir. Türk basını oligopol özellikler gösteren
bir yapıdadır ve bu yapıdan en çok gazeteciler ve iyi bir medya okuyucusu
olmayan kamuoyu etkilenmektedir. Türkiye’de gazeteler iletişim aracı olmaktan ziyade
“medya silahı” olarak kullanıldığı için gazetelerin can damarı denebilecek köşe
yazarları tasfiye edilmekte, sindirilmekte, sansüre maruz kalmaktadır.
Türkiye’de farklı düşünmek makul bir davranış değildir, gazeteciler bunu kimi
zaman baskıyla, kimi zaman sansürle, kimi zamansa canıyla ödemiştir. Türkiye’de
öldürülen gazeteci sayısının en yüksek rakamlara ulaştığı dönemin medyada
tekelleşme sürecinin en yoğun olduğu bir döneme denk düşmesi tesadüf değildir.
Medya-ekonomi-siyaset üçgenin tam ortasında olan gazetelerin ve gazetecilerin
objektif olması gerçekten çok zordur. Böyle bir ortamda da basın özgürlüğünü
yitirmekte, ekonomik ve siyasi güçlere göbekten bağlı kalmak durumunda
kalmaktadır. Buradan da ortaya çıkan tablo, bir ülkenin geleceği medya ekonomi
ve siyasi güçleri el birliğiyle tayin edilirken, bunun faturasının yine halka
çıkarılmasıdır. Bu dönemi genel olarak holdingleşme ve tekelleşme üzerinden
baktık şimdide gelin gazeteciler gözünden bakalım. 2012 yılında Türkiye’nin en
tanınmış siyasi köşe yazarı ve yorumcularından biri olan Nuray Mert, uzun
süredir hükümeti eleştiriyordu ancak Mert’in hükümetin Kürt politikalarına
yönelik dile getirdiği itirazlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre çizmeyi
aştı. Erdoğan’ın Nuray Mert’i hedef alan ve hain olduğunu ima eden saldırgan
sözleri üzerine Mert, güvenliğini tehdit edecek kadar ağır saldırıların hedefi
oldu. Siyasi hassasiyetler nedeniyle patronları televizyon programını ve
gazetedeki köşesini iptal etti. Nuray Mert, bu raporda yer alan kişisel açıklamasında
“Birçok şekilde tehdit edildiğimi hissediyorum” diyor. “Nefret dolu cinsiyetçi
mesajlar alıyorum; seyahat ettiğimde esrarengiz bir biçimde bavulum
karıştırılıyor; özel telefon görüşmelerim dinleniyor.” Ama yine de Nuray Mert,
Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) ve daha önceki
iktidarların icraatlarına meydan okumaya cüret eden birçok gazeteciden çok daha
şanslı olduğunu söylüyor. Türkiyeli yetkililer basın özgürlüğüne karşı, yakın
tarihteki, dünyanın en geniş kapsamlı operasyonunu sürdürüyor. CPJ’nin Ağustos
2012’de sürdürmekte olduğu kapsamlı araştırma sırasında, en az 76 gazeteci
hapisteydi ve neredeyse tamamı devlete karşı işlenen suçlarla itham ediliyordu.
Dörtte üçünden fazlası henüz herhangi bir suçtan hüküm giymemiş olmasına
rağmen, aylardır ve hatta yıllardır tutuklu bulunuyor; bazılarının duruşmaları
henüz başlamamış, bazılarınınki ise sürüyor. Çok sayıda gazeteci hakkında ise
eleştirel yazıları nedeniyle “Türklüğü aşağılamak” veya “yargıyı etkilemek”
suçlarıyla birçok durumda birden fazla kovuşturma devam ediyor. Türkiye’deki
basın kuruluşlarının tahminlerine göre, 2011 sonunda ülke çapında gazeteciler
hakkında açılmış dava sayısı 3.000 – 5.000 arasındaydı. Basına karşı yürütülen
bu kampanyaya, gazetecilere karşı çok sayıda hakaret davası açan Erdoğan
öncülük ederken, O ve hükümeti, medya kuruluşlarına eleştirel yazılar yazan
personellerini dizginlemeleri için baskı yapıyor. Tüm bunların sonucunda
oto-sansür yaygınlaşıyor, finansal, mesleki ya da hukuki bir misillemeyle karşı
karşıya kalmaktan korkan medya organları ve gazeteciler, Kürt meselesi ve basın
özgürlüğüne yönelik baskılar gibi hassas konulara dokunmamaya gayret ediyorlar.
İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi için çalışan
Açık Toplum Vakfı-Türkiye’nin Başkanı Hakan Altınay “Başbakan’ın kullandığı ton
önemli bir faktör. Bize hangi gazeteleri okumamızı istemediğini söyledi. Medya
kuruluşlarının sahiplerine aynı fikirde olmadıkları muhabirleri yada köşe
yazarlarını kovmaları gerektiğini söyledi ve birçoğu da bunu yaptı”
dedi. “Ayrıca, Başbakan
Erdoğan’ın, ‘muhalif bir sesten bir şey öğrendim’ dediğini veya kendini
eleştiren birine olası bir yanlışı farketmesini sağladığı için teşekkür
ettiğini hiç duymamamız da önemli bir nokta. Diğer yandan Tarihi askeri
darbelerle dolu olan Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin gölgesi bugünün
olaylarının üstünde hissediliyor. 1980 darbesiyle ilgili olağan söylem olan
ordunun darbe yapmak için siyasi gerilim yarattığı ifadesi, Erdoğan
hükümetinin, Ergenekon komplocularının toplumsal karmaşayı teşvik ettiklerine
dair yaygın olarak dile getirdiği iddialarında da kendine yer buluyor. Darbeden
sonra tesis edilen ve büyük bölümü hala yürürlükte olan geniş, içtimai ve
baskıcı yargısal yapı ve sürmekte olan Kürt isyanı Erdoğan hükümeti dâhil,
birbiri ardına gelen yönetimlerin muhalefeti cezalandırmasına, entelektüel
rakiplerini terörist olmakla suçlamasına ve kendilerini eleştiren gazetecileri
dalga dalga hapse atmasına olanak sağladı. Tanınmış bir gazeteci olan Kanal D
haber dairesi yayın yönetmeni Mehmet Ali Birand, “Hükümetin hala modası geçmiş
12 Eylül dönemi yasalarını kullandığını” ifade etti. “Yasalar öylesine muğlak
bir biçimde kaleme alınıyor ki her türlü yoruma açık oluyor. Bir yargıç soldan
ele alırken diğeri sağdan bakıyor. Hiç bilemiyorsunuz. Bu yüzden de sürekli
öyle ya da böyle başımızı belaya sokacağız diye korkuyoruz. ”Basın özgürlüğü
ile ilgili bir dernek olan Medya Derneği’nin Genel Sekreteri Deniz Ergürel de
darbe sonrası kurulan hukuki yapıların bugünkü baskının ana sebebi olduğunu
dile getirdi. “Hala askeri darbenin hemen sonrasında kaleme alınmış bir anayasa
yürürlükte” diyen Ergürel, “Daha özgürlükçü, demokratik ve çoğulcu bir
anayasaya ihtiyacımız var. Yürürlükteki anayasa zor zamanlarda hazırlanmıştı ve
ifade özgürlüğü dahil bir çok ihtilaflı unsur barındırıyor. Ayrıca daha iyi,
daha demokratik terörle mücadele yasalarına ihtiyacımız var. Temmuz ayında
kabul edilen reformlar ne yazık ki eleştirel haberleri ve muhalif görüşleri
susturmak için mütemadiyen kullanılan terörle mücadele ve ceza kanunlarındaki
geniş, muğlak üslubu kaldıracak şekilde kökten bir değişiklik getirmiyor.
Ayrıca bu değişiklikler, yapılan her yeni reformun daha baskıcı bir adımla
önünün kesilebileceği bir siyasi ortamda yapılıyor.” Yargı paketinin 2012
yılında Temmuz ayına kabul edilmesinden sadece birkaç gün sonra AK Parti, basın
özgürlüğünün “milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın, başkalarının
haklarının, özel veya aile hayatının korunması, suçların önlenmesi, yargının
bağımsızlık ve tarafsızlığının sağlanması, savaş kışkırtıcılığının, her türlü
ayrımcılık, düşmanlık veya kin ve nefret savunuculuğunun engellenmesi
amaçlarıyla sınırlanabileceği” ifade eden bir anayasa değişikliği sundu. Ekim
2012’de görüşülecek olan bu kapsamlı tasarı, matbaaların bastıkları yayınlara
el konulmasını ya da yasaklanmasını engelleyen anayasal tedbiri de ortadan
kaldırıyor. Analistler neticede bu önerinin geçeceğinden şüpheli olduklarını,
ama bunun teklif edilmesinin dahi iktidar partisinin basını kısıtlamak
arzusunun bir göstergesi olduğunu ifade ettiler. CHP Ankara milletvekili ve
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi Gülsün Bilgehan, “Türkiye
demokrasisinin karşı karşıya kaldığı önemli sorunlardan birisi şu: ne zaman bir
siyasi parti iktidara gelse basın üzerinde baskı kurmaya başlıyor ve eleştiri
kabul etmiyor. AKP hükümeti bu kötü alışkanlığı benimsedi ve üçüncü döneminde
basın üzerindeki baskıyı arttırdı” dedi. Her ne kadar sorunun özünde baskıcı
yasalar ve yargı sistemi olsa da idarenin en üst düzeyinde yaratılan iklim de
aynı oranda önemli. Mehmet Ali Birand “Yargı tavrını hükümete bakarak
ayarlıyor” diyor. “Hükümet sertleştiğinde, Başbakan konuşmalarında sert
cümleler kurduğunda, yargı da sertleşiyor.” Erdoğan basına yaklaşımında katı ve
meydan okur bir tavır takınıyor; gazetecileri isim vererek alenen azarlıyor,
haklarında suç duyurusunda bulunuyor ve eleştirel davranan personelini
dizginlemesi için medya organlarına baskı yapıyor. Nuray Mert olayında olduğu
gibi medya organları Başbakan’ı kızdıran tanınmış köşe yazarı ya da yorumcuları
ya işten atıyor ya da başka göreve veriyorlar. Baskı görme korkusuyla, isminin
yazılmaması şartıyla konuşan bir gazeteci, çalıştığı şirketin patronunun yayın
politikasında değişiklik yapılacağı haberini şöyle verdiğini söyledi:
“Arkadaşlar, artık bitti. Daha fazla eleştiri yok. Paramı kaybetmek
istemiyorum.” Patronun gazetecilere sunduğu seçim oldukça basitti:
“Benimleyseniz tamam. Değilseniz, gidin.” Erdoğan, medya dünyasının her
alanından gelen eleştirilere karşı hakaret davası açmak konusunda adeta bir
rekora sahip. Bianet’in haberine göre, Başbakan Mart 2005’te Penguen mizah
dergisinin yayıncısına, derginin kapağında kendisini
eşitli hayvanlar gibi çizdiği
için “Başbakan’ın kişilik haklarına saldırdığı” şikayetiyle dava açtı. Bir yıl
sonra Başbakan sol görüşlü günlük Evrensel gazetesine ve köşe yazarı Yücel
Sarpdere’ye, Erdoğan’ın, maliye bakanı hakkındaki yolsuzluk iddialarına verdiği
cevabı eleştirmek için, ünlü bir AK Parti şarkısının sözlerini değiştirmek
suretiyle hakaret ettiği gerekçesiyle dava açtı. Erdoğan’ın avukatları söz
konusu makalen özgürlüğünün sınırlarını aştığını” iddia ettiler. Aynı yıl
Erdoğan bu kez de BirGün gazetesi yazarı Erbil Tuşalp hakkında, Aralık 2005’te
yayınlanan bir makalesinde hükümet politikalarının giderek otoriterleştiğini
söylediği için hakaret davası açtı. Erdoğan geçen sene de Taraf gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni Ahmet Altan hakkında suç duyurusunda bulundu. Sebep Ocak
2011’deki yazısının başlığıydı: “Erdoğan ve kof kabadayılık.” Daha sonra
şikayetini geri çeken Başbakan, Altan’ı Mart 2012’de bir kez daha, bu kez
başyazısında Erdoğan’a “küstah, bilgisiz ve ilgisiz” dediği için şikayet etti.
Bianet’in haberine göre Erdoğan’ın avukatları, yazının amacının Başbakan’ı
küçük düşürmek olduğunu öne sürdü. Hakaret davaları ve adli kovuşturmalar
neticesinde haberlerin tonu düştü, haberler rötuşlanmaya başladı. Siyasilerin,
haber kurumlarının patronları üzerindeki nüfuzlarının önemli bir dondurucu
etkisi olduğunu söyleyen Milliyet köşe yazarı Aslı Aydıntaşbaş “Her gün çıkan
gazeteler Türkiye’de yanlış giden herşeyi biliyor, ama doğru dürüst gazetecilik
yapmaya korkuyorlar” diyor. Avrupa Gazetecilik Merkezi 2010 yılında yaptığı
analizde, Türkiye medyasının büyük bölümünün inşaat, bankacılık, turizm ve
finans gibi farklı sektörlerde de şirketleri olan bir kaç holdingin elinde
olmasının haber kuruluşlarını siyasi baskı karşısında savunmasız kıldığının
altını çizmişti. Gazeteci Ahmet Şık kendini daha baskısı bile yapılmamış bir
kitap yazdığı için hapiste buldu. İmamın Ordusu mevzuu o kadar tesirliydi ki,
Başbakan Erdoğan kitabı bombaya benzetti. Şık, “Kitapta daha fazla belge
olacaktı ama takip ediliyordum, yeni ulaştığım kaynaklar izleniyor,
dinleniyordu... Bu belgelerin kitabımda olmasını istemedikleri için
tutuklandım” dedi. Ahmet Işık`ın avukatı Ahmet Pekin, şöyle devam etti:
“Türkiye’de gerçek ifade özgürlüğü yok. Ben 12 yıldır gazete avukatlığı
yapıyorum. Bana sorarsanız 12 yıl öncesinden fazla bir değişiklik olduğunu söyleyemem.
Aslında üçüncü kategori göz önüne alındığında durumun kötüye gittiğini
söyleyebiliriz.” 12 yıldır gazetecilerin avukatlığını yapan Ahmet Pekin`in
söylediği gibi ifade özgürlüğü gerçek anlamda yok. Bu yüzden “Sözde ifade
özgürlüğü” demekten çekinmiyorum. Geçmişten günümüze kadar uzanan süreçteki olaylara
da bakacak olursak; İsmet İnönü zamanında Tan gazete baskını olayı, Adnan
Menderes döneminde ki Pulliam olayı, 1960 dönemlerinden başlayan darbe süreci
ve devamında 12 Eylül muhtırası o dönemlerdeki basına ciddi kısıtlamalar ve
sansürler uygulamıştır. Daha sonra 1980 darbesi, sıkıyönetim ilanları, yayın
yasakları ve ardından gelen 1990`lardaki postmodern darbe ve son olarak 2000`ler.
Geçmişten günümüze kısa bir yolculuk yaptığımızda görüyoruz ki basın özgürlüğü,
ifade özgürlüğü gerçek anlamda yok. Ve çok kez kısıtlamalara maruz kaldığını
görüyoruz.
KAYNAKÇA
https://cpj.org/tr/2012/10/turkiyenin-basin-ozgurlugu-krizi.php
https://docplayer.biz.tr/2162044-Gazeteciligin-donusumu-yondesen-ortam-ve-yondesik-gazetecilik-besim-yildirim.html
https://slideplayer.biz.tr/slide/2020020/
https://docplayer.biz.tr/2162044-Gazeteciligin-donusumu-yondesen-ortam-ve-yondesik-gazetecilik-besim-yildirim.html
http://sesliharflerim.blogspot.com/2011/11/turkiyede-holdinglerin-medyaya-girisi.html
Yorumlar
Yorum Gönder